Ahmet Örs

23 Mayıs Grevi’nin Ardından

23 Mayıs 2010’de gerçekleşen kamu sendikaları greviyle bu grevin öncesinde ve sonrasında yaşanan ve bir bütün halinde sendikal mücadeleyi etkileyen gelişmeleri değerlendirmek gerekiyor.

Kamu sendikaları 23 Mayısta tarihlerinin en geniş katılımlı grevlerini yaptılar. Şimdiye kadar KESK, bazen de Kamu-Sen grevler yapmıştı ancak Memur-Sen ilk kez bir grevde yer aldı. Şüphesiz bu durum sendikal mücadele için önemli bir aşamadır, daha da ileriye taşınmalıdır.

Hükümetin toplu sözleşme sürecindeki pervasız ve kamu emekçilerini aşağılayan sözleri greve katılımın yüksek olmasını sağlayan en büyük etken olmuştur. Özellikle Memur-Sen camiasında büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Her genel seçimde ve son olarak da 12 Eylül referandumunda büyük bir coşkuyla hükümetin yanında yer alan Memur-Sen kitlesi son toplu sözleşme sürecinde taleplerine kayıtsız kalan hükümetin vefasızlığından yakınmaya başladı.

Memur-Sen’in yakınmalarına yakından bakmakta fayda var. Bir kere Memur-Sen yönetici ve kitlesinin sendikal mücadelenin teorik ve pratik boyutundan haberdar olduğunu, küresel kapitalizmden, neoliberal dönemin ruhundan anladıklarını gösterecek bir emareye rastladığımızdan söz edemeyiz. Meydanlarda “kalkınmadan payımızı istiyoruz” mealinde sloganlar atıp dövizler taşıyan bir kitlenin kapitalizmin işleyişinden anladığı elbette ki iddia edilemez.

Kalkınma söyleminin zaten küresel bir yağma anlayışını ifade ettiğini bilemeyen kitle aslında belki bilmeden yağmadan payını istediğini ifade etmiş oluyor. Memur-Sen yönetimi de total bir sosyal adalet mücadelesi sergilemiyor. Ülkenin kaynaklarının küresel sermayeye peşkeş çekildiğini göremeyen, özelleştirmeler karşısında tavır alıp işsiz bırakılan, asgari ücret ve 4-C köleliklerine duvar oluşturamayan Memur-Sen sendikacılığı halk nezdinde kabul göremez; sadece çıkar sendikacılığı olarak mahkûm edilir.

Hükümetin yağmacı ve sermayeye taşeron olma politikalarını çözümleyemedikleri için bir hayal kırklığı yaşıyor Memur-Sen kitlesi. Eğer son otuz yıldır bütün dünyayı teslim almaya çalışan neoliberal politikaların sosyal devleti öldüren, sendikaları zayıflatan karakterini algılamış olsalardı bu hayal kırıklığını yaşamayacaklardı. Kamu çalışanlarının, özelleştirmeye kurban giden kamu işçileri gibi peyderpey değersizleştirilerek yakın gelecekteki özelleştirmelere hazırlanıldığı bu kitle tarafından görülemiyor ya da bunun olacağı kabul edilemiyor.

Ancak gerçeklerin üstü örtülemez. Adım adım yaklaşan geleceği tahmin edebilmek hiç de zor değil. Süreç çözümlenirse her şey ayan beyan görülecektir. Özellikle öğretmenlerin diğer memurlar kadar çalışmadan onlardan daha fazla para aldıklarını söyleyen başbakanın tavrı Eğitim-Bir-Sen camiasını yaralamış, okullarında diğer çevrelere karşı onları mahcup duruma düşürmüştür. Başbakanın çılgın bir kapitalist olduğu, bunun için hiçbir vefayı filan esas almadığı/almayacağı gerçeğini kabul etmek bu kitlede bir travmaya sebep olacaktır. Kendi öz güçleriyle sendikacılık yapmayıp iktidarla birlikte iş çeviren anlayış bugün tabiri caizse ofsayta düşmüştür. Her ofsayt golü iptal edilen futbolcu gibi derin bir şaşkınlık içindedirler.

Kamu çalışanlarının iktidarın nitelik ve ekonomik pozisyonlarına dönük saldırılarını karşılamaya çalışırken düştükleri acınası durum da ayrıca değerlendirilmeyi hak ediyor. Bir sınavda hademenin bile öğretmenden daha fazla ücret aldığını söyleyerek savunma yapmak utanç verici bir yöntemdir ve aynı sendikada yer alan emekçiler arasında dışlayıcı, ayrıştırıcı bir tavrın bilinçaltında nasıl da yuvalandığını ifşa etmektedir. Türk Eğitim-Sen’in “öğretmen ne iş yapar” diye billboardlara astığı ilanlar ise komediden başka bir şey değil. Bir çalışanın yaptığı işleri değil emeğinin sömürüldüğünü anlatması, başka emekçilerin de insan gibi yaşayabilmesini savunması gerekirken sendikal anlayışın yetersizliği böyle bir savrukluğu beraberinde getirmektedir.

Ayrıca, başbakanın kamu çalışanlarını birbirine kırdırma politikasını çözemeyen Eğitim-Bir-Sen gibi muhafazakâr sendikalar öğretmenin kutsallığından dem vurmaya başladılar. Hz. Ali’ye ait olduğu iddia edilen “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünü bayraklaştırarak modern ulus devletin öğretmenlik misyonunu çözemeden dini argümanlara sarılarak kendilerine saygı istemeye başladılar. Bu durum ikinci bir fecaattir. Modern öğretmenin misyonunu da çözümleyemeyen bir sendikadan bahsediyoruz ki bu sendikayı Müslüman kimlikli insanlar oluşturuyor!

Sendikal mücadele bir bütün halinde anlaşılmalıdır. Yeryüzünü ifsad eden kapitalist hırslar her geçen gün geniş halk kitlelerini daha da yoksullaştıracak, sermaye sınıflarını daha da palazlandıracaktır. Sadece “ücret sendikacılığı” üzerinden politika yapmak çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka işe yaramaz. Siyasal iktidarları halkı kandırmak için yaptıkları bazı dini açılımları üzerinden bir bütün halinde meşrulaştırmak ancak hayal kırıklıklarını besleyecektir ki zaten o hayallerin pek de makbul olduğu söylenemez.

Kitleleri mobilize edecek İslamcı sendikal hareketlere ihtiyacımız bir kez daha kendini göstermiştir.

Bitti denilen solun sendikası KESK, 23 Mayıs grevinde bir kez daha görüldüğü üzere kitleleri mobilize edebilmiştir.

İnançlarımızı siyasallaştırabilecek bir imkân olarak işçi sendikalarına, kamu sendikalarına, en azından başlangıç olması bakımından sendikal platformlara ihtiyacımız var.

AHMET ÖRS

Eğitim İlke-Sen