Beytullah ÖnceManşet

Eğitimin içini boşaltıp, okulları doldurmak

Zaman ne de çabuk geçiyor. Daha dün annelerinin kollarında yaşayan çocuklar büyüdüler.

Her büyüyen çocuk gibi şimdi onlar da okullu oldular. Gerçi kreşti, anasınıfıydı derken, yeni neslin maratonu çok erken dönemde başlıyor artık ama okullu olmak hâlâ birinci sınıfa başlamakla birlikte düşünülüyor. Düşünülmeyen kısımda ise okullu olmanın ne anlama geldiği sorusu duruyor.

Uzun yıllar boyunca, her yılın dokuz ayında, ayda dört hafta, haftada beş gün gidilen okulların gerçekten ne işe yaradığı bahsi pek tartışılmıyor. Telaşe o kadar arttı, maraton o kadar hızlandı, şartlar o kadar zorlaştı ki, artık tüm bu dağdağanın ortasına kendi elleriyle bıraktığımız çocuklara ne yaptığımız konusunda düşünmeyi unutuyoruz.

Bu çocuklar ne için okullu oluyor? Sıraları ne için ya da kim için dolduruyorlar? Niye hepsinden sevinçli olmalarını bekliyoruz da; şarkıda bahsi geçen o sevinci, teneffüs ya da son ders zili çalana kadar pek bulamıyoruz? Çocuklarımızı okullara bırakırken ne olmasını ne umuyoruz? Çocuklar okullara gidince gerçekte ne buluyorlar?

Sorular artabilir, her eğitim-öğretim yılı başında olduğu gibi, ben yine aynı soruya döneyim:

Okullar ne işe yarıyor? Niye bu sorunun üzerinde bu kadar duruyorum? Çünkü okulların eğitim-öğretim sürecindeki araçlardan biri olduğunu unuttuk. Aracın kendisinin tek başına bir amaca dönüştüğünü görmüyoruz. Öyle ki, tüm mesele çocuğun okula gitmesi, devamsızlık yapmaması ile sınırlı kaldı.Çocukların okulda kaldığı sürenin artması öncelenmeye başladı.

Okulda geçirilen süre arttıkça, daha iyi eğitim aldıkları, daha iyi öğrenim gördükleri fikri, kitlesel bir yanılgıya dönüştü.

Nicelik, niteliğin önüne geçti. Nicel artışlar, nitelikteki kaybın üstünü örtmek için kullanıldı.

Daha çok derslik, daha çok akıllı teknoloji, daha çok ders kitabı, daha çok öğretmen ataması ile avunurken, daha iyi eğitimin, daha kalıcı öğrenmelerin nasıl gerçekleştirileceği sorusu pek gündem olmadı. Eğitim sisteminin “eğitsel” ve “sistemsel” sorunları ziyadesiyle tartışılmadı.

Değişiklik yapmanın kendisi rutine bindi. Eğitim, neden on iki yıl boyunca zorunlu hale getirildi? İlkokulun beşinci yılı neden ortaokula devredildi? Her birkaç senede “devrim” diye lanse edilip, hakkında övgüler düzülen değişikliklerden neden vazgeçildi? Ve daha bir dizi soru.

 

Yapmış olmak için yapılmış gibi durulan değişiklikler, “ya tutarsa” diye öngörüsüzce yapılan çalışmalar, pedagojik açıdan değil salt politik tercihlerden kaynaklanan uygulamalar yüzünden her yıl milyonlarca öğrencinin geleceğinin olumsuz etkilenebileceği pek umursanmadı.

Geldiğimiz noktada eğitim sistemi kara bir deliğe dönüştü. Her yıl milyonlarca öğrencinin içine kapılıp gittiği bu sürecin sonunda herkes için hayırlı ve güzel sonuçlar almak hayal oldu.

Çocuklarının her açıdan iyi bir eğitim görmesini dert eden veliler için kamu okulları adres olmaktan adım adım çıkarıldı.

Her şey gibi eğitim de metalaştı ve ailenin bütçesi nispetince alabileceği şekilde şeyleştirildi. Ne ki metalaşıyor ve anlamını, değerini, hikmetini kaybediyorsa; eğitimin akıbeti de aynı oldu. Eğitimin anlamı üzerinde düşünmüyoruz. Öğrenmeye değer olan şeyin ne olduğunu konuşmuyoruz. Çocukların okullu olması için yaptığımız maddi masrafların, harcamaların, zamanların ve telaşların karşılığında elde kalanın ne olması gerektiği ama gerçekte ne olduğunu meselesini dert etmedikçe de, geçen günün kayıp olduğunu maalesef fark etmiyoruz.

Beytullah Önce / Eğitim İlke-Sen