FaaliyetlerimizManşet

Modern Dönemde Okula Sıkışan ve Hayattan Kopan Eğitim Verimsizleşti

Eğitim İlke-Sen başkanı Ahmet Örs, Gazete Duvar sitesi için İslam Özkan’ın sorularını yanıtladı.

Geçmişte yerel imkânlarla ve ölçekte verilen eğitimin Modern dönemde merkezi bir komutla standart insanlar yetiştirmek için verilmesinin sakıncalarına dair neler söylenebilir?

Aslında Covid pandemisi bu politikaların arızalarına dair en azından belli alanlarda bazı cevaplar verdi. Bu sûretle pandemi-eğitim ilişkisinden yola çıkan bu merkezi politikalara ilişkin verimli bir tartışma alanı açıldı önümüzde. Bütün yerellikleri -eğitim de içlerinde olmak üzere- iptal eden modern ulus devlet yapısı hakikati tekelleştirme amacıyla bütün hatları kendisine bağlamıştı. Kurduğu şehir, kültür, mahalle, sosyallik yapısıyla her yerdeki yaşam tarzını standart hale getirince yine merkezden yürütülen ve yerel dinamikleri dışlayıp yok sayan politikalar mahallî eğitim imkânlarını da işlevsiz hâle getirdi. Bakın, burada, bu yerellikte hikmet ve hakikate odaklı ilişkiler, yaşamsal tecrübeler, tabiatla kurulan doğrudan münasebetler bütün coğrafyalarda her zaman insanlığın büyük, verimli birikimi olagelmiştir. Okula sıkışan ve hayatın bütün kademelerinden zaten kopmuş olan eğitim süreçleri hem kilitlenmiş hem de alabildiğine verimsizleştirilmiş oldu. Sorunuza cevap olabilecek genel çerçeveye buradan ilerlenebilir ve hakikati gasp eden bu merkezî dayatmanın ürkütücülüğüne dair genel bir kanaate varılabilir diye düşünüyorum.

Türkiye’de dünden bugüne değişen eğitim politikalarını ilk soru bağlamında değerlendirdiğimizde karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Kemalist politikalardan muhafazakâr, Türk-İslam sentezi merkezli eğitim politikalarına mı geçiş yaptık?

12 Eylülün Türk-İslam sentezcisi faşizan politikaları bugün hemen bütün alanlarda zirve yapmış durumda. Eğitimin bu tabloda aslan payına sahip olduğunu söylemeye bile gerek yok. Yine 24 Ocak – 12 Eylül neoliberal ruhunun Kemalist modele giydirildiğinden ve bu yeni biçimin ilginç bir şekilde varlığını pekiştirerek sürdürdüğünden de bahsetmeliyiz. Aslında kamuoyunda eğitim sisteminin ya da politikalarının sık sık değiştiğinden bahsedilir, buradaki yanılgıya da işaret etmeliyiz. Teknik olarak evet, birtakım değişiklikler yapılıyor; sınav sistemleri, müfredat falan… Sermayenin talepleri eğitimi şekillendiriyor, İslami birtakım hassasiyetler devletin amaçları için araçsallaştırılıyor ama resmî ideolojinin meşhur 1739 numaralı Milli Eğitim Temel Kanunu ile zapt altına alınan Türk Milli Eğitiminin Amaçları değişmiyor. Dolayısıyla bizim ‘kapitalist kuşatma – ideolojik dayatma’ diye formüle ettiğimiz yapı varlığını tavizsiz sürdürüyor, diyebiliriz.

Türkiye’de şu an sizce herhangi bir eğitim politikası ya da eğitim felsefesi var mı?

Bir önceki soruya vermeye çalıştığımız cevap bu sorunuza ister istemez ‘evet’ cevabını verdiriyor. Bu bizim hoşumuza gitmese de durum budur.

Üniversitelerde 2021 yılı itibarıyla 8 milyon 240 bin öğrenci bulunduğu belirtilmektedir. Bu kadar yüksek sayıda üniversite öğrencisinin bulunması normal mi sizce? Bu rakamsal veriyi nasıl yorumlamalıyız?

Üniversitelerin çok büyük kısmının irili ufaklı şehirlerin can çekişen ekonomilerine hizmet kapitalizmi marifetiyle biraz hareketlilik kazandırmaktan öte bir amaçla kurulmadığı açıktır. Öğretim görevlisi eksikliği had safhada iken KHK’larla haksız hukuksuz bir şekilde ihraç edilen hocaları da tabloya eklediğimizde çok daha olumsuz bir durumun ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üretimden kopmuş halkın işsiz evlatları için bir bekleme dönemi aslında bu. Öğrenciliğin verimli bir tüketim potansiyeli olarak yıllara yayılan karakterini (lisans, çift ana dal, yüksek lisans, doktora) hizmet kapitalizmi bağlamında düşünürsek sağlıklı bir neticeye ulaşabiliriz.

Eğitim İlke-Sen Sendikasının başkanı olarak Türkiye’de eğitim sendikacılığının ve genel olarak sendikacılığın sorunları, devletin sendikalara yaklaşımı konusunda neler söylemek istersiniz?

1980’i milat kabul edersek, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada sendikalar, emek örgütlenmeleri büyük bir kuşatmaya maruz kaldı, neoliberal saldırganlık tarafından zayıflatıldı. Türkiye’de kamu sendikaları çok büyük oranda egemen sistemle barışık ilerlediği için bence çok fazla bir değerlendirmeyi hak etmiyor. Bunu son toplu sözleşme sürecinde açık bir şekilde gördük. Hemen her aşamada karşılıklı bir devşirme/devşirilme iştiyakı kamu sendikalarında görülen bariz bir özelliktir. İşçi sendikalarında da maalesef örgütlenme oranları oldukça düşük. Orada da kamu sendikaları için bahsettiğimiz sorunların benzerleri yaşanmaktadır. Lokal işçi direnişlerindeki ruhun sendikaların genel politikalarına yansımayışı hakkında kafa yormak gerekiyor. Eğitim sendikaları da maalesef maaş-ücret pazarlıklarını aşıp ideolojik dayatmalara, genel kapitalist sömürü politikalarının halkı bir bütün halinde nasıl kuşattığına odaklanan ve bu yollu mücadelenin düşünsel-fiili aşamalarını plânlayan bir perspektiften oldukça uzaktalar.

2018’den itibaren yoğun olarak hissedilmeye başlayan ekonomik krizle birleşen Pandemi sürecinde öğretmen ve çalışanlar ne tür sorunlarla karşı karşıya kaldı?

Birçok şeyin alt üst olduğu bir dönem yaşadık, yaşıyoruz. Ekonomik olarak halkımız topyekûn zaten büyük bir yokluk ve yoksulluğa sürüklenmiş durumda. Artık hızla sefalete sürükleyen politikalara radikal bir müdahale gereken, ötesi olmayan bir aşamadayız bence. Esnaftan işçisine kadar yıllarca vergi ödediği devletten dişe dokunur bir destek alamayan, işsizlik ve borç batağına saplanan halkımızın, geniş emekçi kitlelerin durumu ortada.

Pandemi sürecinde öğretmenler sanıldığı kadar sorunsuz bir süreç yaşamadılar. Evleri okul olan çiftler, ilgilenilemeyen küçük yavrular, neredeyse günün tamamına yayılan dersler öğretmenleri kuşattı. Şimdi ise yapılan propagandaların aksine temizlik, havalandırma eksikliklerinin yoğun olarak yaşandığı okullarda, kalabalık sınıflarda ders vermeye çalışan çok sayıda öğretmen ciddi sağlık problemlerinin tehdidi altında.

Sonuçta bu süreç dayanışma ağları kurulması ve egemen zulüm politikalarına buradan itirazlar geliştirilmesi gerektiğini ortaya koydu. Bu gerçekleştirilemezse her günümüz pandemi olacaktır.

Bir taraftan insan hakları ihlalleri, diğer taraftan kısıtlanan özgürlükler ışığında insanların tünelin sonunda bir ışık görememeleri nedeniyle Türkiye’den umudunu kestikleri bu yüzden de binlerce öğrencinin yurt dışına kapağı atmaya çalıştığı söyleniyor. Sizce ciddi bir beyin göçü var mı Türkiye’de? Bunu önlemek için ne yapılmalı?

İnsanlar, tabi, istedikleri zaman istedikleri yere gidebilirler ancak ben umudun hazırda durduğuna değil de yeşertilip büyütülen bir şey olduğuna inanıyorum. O yüzden öğrenci ya da genç arkadaşların mücadeleye tutunmasını isterim. Benim gönlümden geçen bu. Olması gereken, karanlık zamanlarda hak ve adalet mücadelesini bir ışık olarak yükseltmektir. Dünyanın farklı yerlerine gidip gelmek de bu mücadeleyi beslemeye matuf olursa anlam kazanacaktır. ‘Kendini kurtarma’yı salık veren neoliberal şeytani duyarlıktan sakınmalıyız.

Ayrıca beyin göçü dediğimiz mevzu da sorgulanmalı. Elbette hemen sadece “batı”ya akan bu göç neyi imliyor? Kapitalist batı medeniyetinin hangi hazır bulunuşluğunun nimetlerine göz dikmiş durumda? Mesela bu göç dalgasına kapılanlar dünyanın yokluk ve çaresizlikle boğuşan coğrafyaları hakkında ne düşünüyor?

Gençliğin dinamizminin hakikatle buluşarak Türkiye’de ya da başka coğrafyalarda direniş adacıklarıyla irtibatlanmasını ve “kendini kurtaran” anlayıştan kurtularak bütün bir yeryüzünü adalet iklimine taşıma mücadelesi vermesini arzuluyorum ben.

https://www.gazeteduvar.com.tr/ahmet-ors-modern-donemde-okula-sikisan-ve-hayattan-kopan-egitim-verimsizlesti-makale-1537056