EĞİTİM A.Ş. : Öğretmenliğin Dönüşümünü Anlamak – Alaattin URAS
Türkiye’de son yıllarda yürütülen neo-liberal politikalar; toplumsal hayattan, ekonomiye, kültürden siyasete, köyden kente hemen her alanda büyük dönüşümlere yol açtı. Her alanda kârın maksimize edilmesinin hedeflendiği bu politikalarla her şey hammadde olarak görülür oldu. Metalaşma da diyebileceğimiz bu süreçte her şey kâr odaklı değerlendirilip, değişim değeri üzerinden ürettiği artı değerle anılır oldu.
Hem bu dönüşümlerden etkilenen hem de bu dönüşümleri etkileyen bir kurum olan eğitime ise sistemin bir katalizörü desek yanılmış olmayız. İşlevsellik açısından da toplumsal ve ekonomik yeniden üretimin vazgeçilmezi eğitim bugün birçok iş adamları organizasyonlarının bile ilgi odağında. Politika yapıcılarının kalkınma ideolojisi, eğitimi çok kolay yapılandırılabilecek bir alan görme eğiliminde.
Türkiye’de bu bağlamlarda yaşanan birçok dönüşüm başta öğretmenler olmak üzere her şeyi baştan aşağı değiştiriyor. Dünya ekonomik örgütlerinin istediği öğretmen profili hızla ekonomiye koşulan bir hizmetliye dönüşüyor. Öğretmen hazır yiyici olarak görülürken, üreteceği beşeri sermayenin emek piyasasına artı değer olarak kazandıracağı grafiksel değerler inceleniyor. OECD, Dünya Bankası ve Avrupa merkezli fonlarla yürütülen programların, hayat boyu eğitim adıyla konulmaya çalışılan felsefe, kârın arttırılması, maliyetin düşürülmesi, emek piyasasının çeşitlendirilmesi ve esnek istihdamın ikame edilmesidir.
Öğretmenlik mesleği bugün birçok meselenin ortasında var olmaya çalışırken sistemin basit bir kol emeği haline getirilmeye çalışılıyor. Az da olsa var olan özerkliği elinden alınıp sadece bir teknisyene dönüştürülmeye çalışılıyor. Rekabet kültürünün boğduğu toplumu daha yaşanılır kılmaya matuf öğretmenlik, entelektüel kimliğinden arındırılarak sadece eğitim-öğretim işlerine hapsedilmek isteniyor. Eğitimin toplumsal değişimle ilgisi kesilmeye çalışılırken, eğitimbilim disiplininin sadece öğretim ve terbiyeyle ilişkilendirilmesi isteniyor. Hayatın çatışmalarını ve çelişkilerini öğretmesi gereken eğitim sadece ekonomik yeniden üretim işleviyle ve sadece bu işlevle meşgul olunması istenmekte. Çocukların kişiliği üzerinde derin izler bırakan öğretmen yerine, çıkarcı ilişkilerin gelip geçiciliği üzerine yükselen bir müfredatı işleyen öğretmen istenmekte. Öğretmenlik, etik ve adalet sorgulamalarıyla ilgilenmeyen (Giroux) iktisadi bir modele doğru hızla yol almakta.
Türkiye’de öğretmenlik
Türkiye’de modern öğretmenlik mesleğinin tarihi izleri Osmanlı dönemine kadar gitmektedir. Tanzimat dönemine gelene kadar eğitim İslami eğitim şeklinde icra ediliyordu. Mahalle mektepleri ve medreselerin bu dönemin eğitim anlayışını oluşturan İslami değer ve yaşayışını aktaran bir yapıda olduğunu görüyoruz. Tanzimat dönemi ise modern öğretmenliğin ve eğitimin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Tanzimat döneminin siyasi ve kültürel dönüşüm çabalarının etkisiyle öğretmen, modern medeniyet yolunda bir meşale olarak sunulmuştur. Tanzimat’ta vatan, millet gibi o dönem Avrupa’dan ithal edilen kavramlarla öğretmen kimliği karılmaya başlandı.
Cumhuriyetle birlikte modernleştirici öğretmen figürü ön plana çıkmaya başladı. Yeni ilan edilen cumhuriyetle birlikte, yeni bir kültürün ve ulusun üretilmesi ve yayılması için öğretmenlere büyük görevler düşüyordu. İkinci dünya savaşına kadarki bu dönemde özellikle kırsal eğitim nosyonuyla açılan ve kalkınmacı bir anlayışı da içeren köy enstitülerinin ‘amacından sapan’ işlerle uğraştığı gerekçesiyle kapatılmaları, genç cumhuriyetin felsefesinin basit bir ideolojik ajandadan ibaret olduğunu göstermiştir. İkinci dünya savaşı sonrası Türkiye kentleşmeyle, dışarıdan alınan yardımlarla ekonominin hareketlendiği bir döneme girmiştir. Refah devleti nosyonu o dönem ekonominin mottosuydu. Bu dönem işçi hareketlerinin görünür olduğu dönemdir. Devrimci halkçı öğretmen tipolojisi, ajandasına halkın yoksulluğunu almış, kendine halkların haklarını savunmak gibi bir misyon edinmiştir. 70’lere gelindiğiyse dünyada meydana gelen petrol krizinin yarattığı gelişmelerle refah devleti tehlikeye girmiştir ancak kapitalizmin kendini yeniden üreterek yoluna devam edeceği daha liberal, daha esnek bir dünya kapitalizmine yelken açacağı ve sonuçları bugüne uzanan yeni gelişmelerin temellerini atmıştır.
Günümüz ekonomi politikaları 1980’li yılların ekonomik reformlarında yatmakta. Yetmişli yıllarda krize giren kapitalizm yeniden yapılanmaya giderken, gelişmekte olan ülkeler ise yeni duruma adapte olmak ve ekonomilerini korumak için Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların yapısal uyum politikalarını uygulamak zorunda kalmıştır. İşte bu politikalar Türkiye gibi ‘gelişmekte’ olan ülkelerin eğitim programlarını değişik şekillerde etkilemiştir. Özellikle eğitime yapılan harcamalar azalmış, yeni bir çalışma ahlakının oluşturulmasıyla rekabet alabildiğine artırılmış, öğrencilerin bu rekabet dolu ortamda duruma uyumlu bireyler olmaları için yetiştirilmeleri istenmiştir. Burada öğretmenin eskisi gibi sermayeden yiyen değil de, bu sermayeye uyumlu emek gücü yetiştirmesi şeklinde pozisyon değiştirmesi sağlanmıştır.
Neoliberalizm özelleştirme mantığıyla hareket ederek kamunun arızi olduğu gibi bir anlayışı yaymaktadır. Bunu yaparak devletin sözde yükten kurtulduğunu söylemekte ve bunun bir kazanç olduğunu iddia etmektedir. Sosyal yardımların da kısıtlanmasına yol açan liberal söylemler bugün özel okulları teşvik etmekte, kamu harcamalarını bu okullara aktarmakta ve devlet okullarını kendi haline bırakmaktadır. Özel okullar akreditasyona tabi tutularak, bunun için bir sürü kriter konulurken, kamu okulları bir kenara bırakılmakta ama sürekli devlet eğitiminin bir işe yaramadığından dem vurulmaktadır.
Türkiye’deki öğretmen yetiştirme politikalarının kökenlerini sorgularsak günümüzde istenen öğretmen tipine doğru nasıl gelindiğini daha iyi anlayabiliriz. 97’den sonraki değişimlerde gözle görülür bir şekilde belirginleşmeye başlayan dönüşümler ülkemiz eğitim sitemini revizyona uğratırken, eğitim sitemini neoliberal düşüncenin uygulandığı bir alana çevirdi. Okullar ve üniversiteler işletme mantığına büründürülerek üst düzey ve oldukça bireyselleşmiş kişilerin eğitilmesine yönelik politikalar oluşturdular. 1980’li yılların eğilimleri bu değişikliği tetikleyen esas etkendir. Eğitim sistemi ekonomik süreçlere ayak uyduracak bir reformdan geçirilmeliydi. Doksanlarda bu düşünce iyice yaygınlık kazanınca Türkiye de bu gelişmelere dâhil oldu. İşte öğretmen yetiştirme için en önemli gelişme sayılacak adımlardan biri de bu tarihlerde atılmıştır.
Tüm bu politikalarının anlamını Dünya Bankası’nın Türkiye Direktörü A. Vrokınk’ın açıklamasında görebiliriz: “Küresel deneyim, eğitim kalitesinde en büyük tek faktörün öğretmenlerin kalitesi olduğunu göstermektedir. Daha iyi öğretmenler daha iyi öğrenci, daha iyi beceriler ve daha iyi iş demektir. Ne yazık ki Türkiye’deki mevcut eğitim sistemi öğretmenleri yeterince destekleyemiyor ve öğretmen kalitesini daha iyi öğrenci yetiştirmek için gerekli seviyelere yükseltmiyor.” Nitekim 1997 yılında eğitim fakültelerinin yapılanması için yeniden bir sürece girilmiş ve YÖK bunun nedenini şöyle açıklamaktadır: “1990’lı yıllar Türkiye’sinde öğretmen yetiştirme sistemimizde bir tıkanıklığın yaşandığı açıktır. 1982 yılındaki değişiklik ile öğretmen yetiştirme görevi üstlenen eğitim fakültelerimiz anılan yıldan itibaren eğitim sistemimizin ihtiyacı olan nitelikli öğretmenlerin yetiştirilmesine önemli katkı getirirken, bazı alanlarda yanlış yapılanma ve eğilimler nedeniyle hızla değişen ülkemiz koşullarına ayak uyduramaz hale gelmiştir.”
Yukarda anılan iki açıklama paralel bir şekilde okunduğunda, Türkiye eğitim sisteminde girişilen büyük yapılanmaların adım adım izlenen neoliberal politikalara uydurulduğundan başka bir şey göremeyeceğimizdir. Ülke eğitimine hızla ayak uydurması gereken bir dizi kriterler dayatılırken, eğitimin sosyal temellerini ele alan bölümler kaldırılmıştır. 97 reformu bu bağlamda öğretmeni tek boyutlu ele alıp, onu teknik bir elemana dönüştürmüştür. Öğretmen ilmî alandan soyutlanarak, okulda sadece ders ve sınav süreçlerini organize eden bir elemana dönüştürülmek istenmiştir.
1997 yılında hazırlanan programın en temel özelliği öğretmenliği teknik bir eleman olarak tanımlayıp, öğretmenliğin felsefi ve sosyal temellerini yok sayması ve standartlara aşırı vurgu yapmasıydı. Bu konuda geliştirilen standartlara bakıldığında kaliteye önem veren bir anlayışın inşa edilmek istendiğini görmekteyiz. Öğretmenleri standardize etmenin bir başka amacı da öğretmenliği piyasaya arz etmek ve öğretmenleri alan becerileri konusunda ölçme ve kontrol altına almaktır. Geliştirilen bu yöntemle öğretmenlerin sınıf içi otoritesi ve özerkliği aşınmıştır. Öğretmenlerden beklenen şey, müfredatı mekanik olarak uygulamalarıdır.
1980’lerden sonra gelişen yeni pazar anlayışı, kamusal eğitimin artık yeni ekonomik düzene cevap vermediği iddia edilerek dünyada birçok reformun başlatılmasını öngörülmüştür. Bu reformların çoğu öğretmenlerin yeterlilikleri üzerinde dururken, kamusal eğitimin kâr getiren bir yatırım aracına dönüşmesi arzulanmıştır. Özellikle son 15 yılda Türkiye’de öğretmen yetiştirme ile ilgili yaşanan gelişmelere bakıldığında eğitimin nasıl metalaştığını çok net biçimde görebiliriz. Artan üniversite sayısıyla eğitim fakültelerinin artması ve niteliğin düşmesi arasında bir doğru orantı olduğu hemen görülür. Bu ise mezun sayısını hızla arttırırken, ‘atanamayan öğretmenler’ sorununun yanında, metalaşan bir öğretmen pazarının meydana gelmesine yol açmıştır. Bu ise öğretmenlerin düşük ücretlerle özel kuruluşlarda sömürülmesine yol açmıştır. Bunu MEB kendi eliyle ücretli öğretmenlik adı altında da sürdürmektedir. Örgün eğitimde ücretli öğretmenlik yapan öğretmenler, özel okullardan bile daha düşük maaşlar alabilmektedir.
Gelinen süreçte fen-edebiyat fakültelerine öğretmenlik hakkı verilmesi, formasyon programlarının çok kısa sürelerde bilet satar gibi sertifika vermesi, ikinci öğretim ve uzaktan eğitim (gelir getiren programlar) gibi uygulamalarda her parayı verenin öğretmen olabileceği algısını güçlendirilmiştir. Sonuçta çark kâr odaklı dönmeye başladı. Bu çarkı döndürenler ise öğretmen yetiştiren kurumlar ve eğitimciler değil, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası organizasyonlardır.
Seksenlerden beri ortalığı kasıp kavuran bu neoliberal dalganın birden çok bileşeni olduğu gözden kaçmamalıdır. Bunun için Apple’ın bahsettiği koalisyon işlevsel olabilir. Apple’e göre bu koalisyon şemsiyesinin altında ilk olarak liberaller vardır. Bunların şemsiyenin sapıdır. Okulları pazarla özellikle de küresel pazarla ilişkili olarak değerlendirirler. Okulları rekabet dünyasının içine konumlandırırlar. İkinci grup yeni muhafazakârlardır. Burada Türkiye’de son on beş yılda hâkim olan resmi dindar dalganın muhafazakâr bir dil tutturarak eğitim politikalarını ona göre ürettiği ve bunun da dünyadakilere benzerliği gözden kaçmamalıdır. Burada amaç İslami bir yaşam tarzının benimsetilmesi değildir. Muhafazakârlığın bir neo-osmanlı nostaljisine dönüştüğünü ve basit olarak Osmanlı kültür dünyasının yeniden üretildiği bir nosyondur. Örneğin Osmanlıca derslerinin getirilmesi bu şekilde anlaşılabilir. Değerler eğitimi adı altında yapılanın yine bir kültür hegemonyası oluşturmak ve bunun iktidara eklemek amacı taşıdığı örnek verilebilir. Hz. Peygamber’in hadislerinin kapitalist çalışma ahlakının oluşturulması yolunda zemin kılınmaya çalışılması gibi İslam düşüncesinin kavramları neoliberal politikalara kolaylıkla mâl edilebiliyor.
Koalisyon şemsiyesi altında bulunan bir diğer grup bürokratik ve profesyonel uzmanlardan oluşan yönetsel sınıftır. Bu sınıf merkezden çevreye yaydığı yoğun basınçla eğitimin hızla sıçrayan bir başarı ortaya koyması için canla başla çalışır. Verimlilik ve maliyet analizlerinin eğitim dünyasında havalarda uçuştuğu ve “öğretmeni nasıl kıskaç altına alırız” diye dövünen bu grup tam bağımlı bir öğretmen istemekte ve politikalarını bu şekilde belirlemektedir.
Tüm bu tabloya göre aslında öğretmenliğin özerk bir yapı içinde kalmaması istenmektedir. Sürekli kontrol altında tutulan, kendi geleceği hakkında bir siyaset üretemeyen, müfredatın oluşturulmasına en ufak katkısı olmayan, otoriteye tam bağımlı profesyonellik dışında konumlanan bir meslek…
Öğretmenlik mesleğinin doğasını çözümlemek neoliberal politikaların amaçladığı dünyanın karşısında güçlü bir set oluşturması için vazgeçilmez bir gerekliliktir. Nurettin Topçu’nun da “teknik davası” dediği şey bugün eğitim dünyasının ruhunu ele geçirmiştir. Ve şöyle söyler Nurettin Topçu: “Bugünkü mektep insanın ruhunu yüceltmek için değil, makineye esir olarak midesinin saltanatını yaşatmak için açılmış kapıdır. Gençler, bina, fabrika teknik hizmetinde alacakları paranın hesabını yaparak bu kapıdan giriyorlar.”
Yararlanılan Kaynaklar:
Öğretmenliğin Dönüşümü, Hazırlayan: Ahmet Yıldız, Kalkedon
Öğretmen Emeğinin Dönüşümü, Halil Buyruk, İletişim
Eğitim ve İdeoloji, Kemal İnal, Kalkedon
Türkiye’nin Maarif Davası, Nurettin Topçu, Dergâh
Eleştirel Pedagoji Söyleşileri, Kalkedon
Alaattin Uras, Eğitim İlke-Sen Mardin İl Temsilcisi